Şehir insanı terk edince geriye pılını pırtını toplamak kalıyor; valiz falan değil, birkaç çaput parçası. Bir akşamüstü anlamıştım şehrin bana kendisini kapadığını. Gece olmadan yola çıktım. İnanamadım kendime, esen rüzgarın önünde uçuşan kağıt parçası gibiydim. Elime bir telefon numarası sıkıştırmış, geleceğimi haber vermiştim. Beklemiyordu. Şimdi size bir anda "geliyorum" diyen birine "dur, gelme, yer yok" deme imkânınız pek yoktur.
Daha sabah olmamıştı. Gece en karanlığını üzerime örtmüştü. Bu şehir, küçük çocuğun babasıyla arası bozulunca dedesine gelmesi gibiydi benim için. Gelmiştim ve kapıyı çalmadan girmiştim. Binalar ve sokak arası, park edilmiş araçlar arasında yürüyordum. 10 kilometre. Canım sıkılmış, yorgun düşmüştüm ama kendimi diri tutuşum, tanıdığım kişinin beni karşılama heyecanı içindi. Bahsettiği yere gelmiştim.
Telefon çalıyor ama açan yok. Tanımadığım bir mahalleydi burası: ıssız ve gecekondu. Telefonunu hiç durmaksızın aradı. En ufak bir geri dönüş yok. Bir saat geçti. Hava soğukluğu yetmezmiş gibi acıkmıştım da. Artık ümidimi kesmiştim. Kesmeyip de ne yapacaktım? Defalarca kez aramıştım. Daraldım, hareket etmem gerektiğini hissetmiştim. Sabah olmasına bir saat kalmış olmalıydı. İlerledim yukarı sokağa. Çok gitmeden, solda evlerin arasına adeta gömülmüş bir mescit ile karşılaştım. Kapısının açık olacağından da ümitli değildim ama bazen kapı giriş kısmı açık kalabiliyordu. İçeri giriverdim. Kapı açıktı. Ayak parmaklarım donma tehlikesi yaşıyordu. Isınmaya çalışırken bir şeyler de atıştırıyordum. Çok açken bir şeyler yemek, her ne olursa olsun midemi bulandırıyordu ve endişem, birilerinin beni uyuya kalırsam gelip azarlayıp kovmasıydı.
Artık hatırlamıyorum, uyuya kalmıştım.
---