Cıvıl cıvıl bir akşamüstü, mahalle. Buram buram Ortadoğu kokuyor. Mahalle, pırıl pırıl, Müslüman bir yer. Koşuşanlar sadece işlerine yetişenler değil, çocuklardır da. Eski bir tenekeden yapılma, arkasına tekerlekler eklenmiş bir araç. Ama sahibi ortada yok, çocuklar fırsat bulmuş. İkisi içinde, birkaçı da dışında, bir o yana zıplanıyor bir bu yana. Gülüşmeler, heyecanlar, hırslar... "Kalsa birinin ayağı altında çok acı olurdu," derken beni görüp süzdüler, kısa bir tereddütten sonra umursamadılar. Devam ettiler, bir o zıplıyor bir diğeri.
Burası çeşme başı, çocuklar arkada. Öndeyse küçük biri daha, elinde su bidonu. Annesi bekliyor herhalde, yemek için lazım. Doldu dolacak derken ortaya bir genç atıldı.
"Kardeş, ayağımı yıkayayım bir."
"Olur," "olmaz" yok, direkt yıkamaya durdu. "Sormasaydı," diye düşünürken ayaklarını izliyordum. Toz mu, un mu, çamur mu bilemedim. Ama bilenler varmış ki, elindeki bidonla bekleyen kadın, "Bırak hadi bırak," dedi. Çoraplarını içliğine çekmiş, etekleri kolay yürüsün diye yukarıda.
"Git yeter artık. Kıtlık var kıtlık."
Ayak yıkayan genç, azimli, devam ediyor. Kadın cesaretli, susmuyor.
"Su yok, su! Kalmayacak su kalmayacak, dere kurudu, yeter!"
Genç ne olduğunu anlamadan, "Nine ne diyorsun ya, sen ne konuşuyorsun?" dedi giderek. Kadın şimdi de bana, "Sen nerelisin?" diye sordu. "Şuralıyım," dedim.
"Bıktım bunlardan bıktım, her yer kurudu evladım, her yer kurudu."
Tebessüm ederek suyumla döndüm, yoluma koyuldum